Tuesday, April 12, 2016

Söz’ün Gereği | Kalu Bela

Sözlerin verildiği ilk evre kapsayıcıydı. Yani sözü verenlerin sınanması ve öylece kabulü söz konusuydu. Şöyle açıklamaya çalışayım… Bugün herhangi bir insanla konuşup söz aldığınızı düşünün. Süreç o andan sonra işlemeye başlar. Sözün kendisi değil, icraata geçecek olan içeriğidir sözü söz yapan. İcraatı ve sınanması söz konusu olmayan söz, kuru bir laftan başka bir şey değildir. Söz hayata geçmeyecekse gerekli de değildir. Arkadaşınızın gerçekten sizin dostunuz olup olmadığının ortaya çıkması için verdiği sözü doğrulayacak olaylar zinciri yaşaması gerekir. Ancak bu olaylardan sonra arkadaşınız da siz de verilen sözün samimi olup olmadığına şahit olmuş olursunuz. Eğer arkadaşınızın sözünde durmadığı ortaya çıkarsa dostluk ilişkinizi sona erdirirsiniz.
Peki arkadaşınızın size ve sizin ona vereceğiniz söz ne olmalıdır? İleride neler yaşayabileceğinden emin olmayan bir insandan her yapacağınız iş için söz mü alırsınız, yoksa kapsayıcı bir söz vermesini mi beklersiniz?
Sözgelimi şöyle sözlerin verileceğini düşünün…
“Sana çok para vereceğini söyleyen birisiyle karşılaşırsan beni terk etmemeye söz ver.”
“Eğer birisi benimle kavgaya tutuşursa ona değil bana yardım edeceğine söz ver.”
“Eğer canın sıkılırsa benimle dertleşeceğine söz ver.”
“Benim hakkımda başkalarıyla dedikodu yapmayacağına söz ver.”
“Bana ihanet etmeyeceğine söz ver.” …
Liste uzar… Hayatta karşılaşacağı her şey için arkadaş adayınızdan söz almaya kalkarsanız hem bu listesi çooook uzun bir anlaşma olur, hem de ona özgür irade vermemiş, sadece kendinize köle etmiş olursunuz. Ama ona “Beni senin arkadaşın olarak kabul ediyor musun?” derseniz, ileride bildiği ya da bilmediği neyle karşılaşacak olursa olsun eğer samimiyse bu arkadaşlık sözünün gereğini zaten o hatırlayıp, bilecektir. Tereddütte kalırsa az bir düşünüp hemen doğruya dönecektir. Kasıtlı olmayan hatalar da yapsa eğer siz güven sahibiyseniz onu affedebileceğinizi ve tek affedilmeyecek olan şeyin “ihanet” olduğunu da bilecektir.
İşte ilk evrede Allah’a verilen söz de teknik olarak böyledir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet Rabbimizsin” demek tüm koşulları kabul etmek demektir. Kabul için koşulların ne olduğunu bilmenize gerek yoktur. Dünyada başımıza neler geleceğinin o andan sonra önemi yoktur. Her şartta Rabbin Allah olduğunu bilen kişi ona göre davranması gerektiğini aslında hiç unutmayacaktır.
Dünyayı gözünde büyütüp de buradaki karmaşayı çok büyük mesele gören biziz. Sonsuz bir hayatta geçici bir durakta başımıza gelenler sebebiyle ahlanan vahlanan bizler sabrın değerini anlamalıyız. Hastalıktan kurtulmak isteyen kişinin bir iğne olması ne ise ebedi hayattaki dünya iskelesi o kadar bile değildir. Konu aslında bu kadar basittir.
Üstelik verdiği (ya da unuttuğu) sözün gereğini yerine getirmek istemeyen kişinin şu geçici olduğu kesin dünyada halen sözünden vazgeçme şansı vardır. Sözden caymanın karşılığı da Allah’ın dostluğunu kaybetmektir. Bunun ne büyük bir kayıp olduğunu anlayamayanlar şu geçici varoluşları sebebiyle aldıklarının ve o imkânlarla yapıp ettiklerinin fazlasını değil, bire bir karşılığını vermeye de hazır olmalılar. Eğer isteyebiliyorlarsa ölümü istesinler. Ama ne kadar hata sahibi ve yanılgıda olduklarını ve kitapta anlatılıp durulanın gerçek olma ihtimali sebebiyle bunu istemeyeceklerdir. Şu geçici dünya ve bir zan uğruna ebediyetini çöpe atacak kadar aptal olamayacaklardır.
Verilen söz “Rabbimsin” sözüdür ve alt basamaktaki her alt söz için kapsayıcıdır. “Dünyaya gelmeyi ben mi istedim?” sorusu “Rabbim Sen’sin” sözünün yanında o kadar basit, o kadar gereksiz ve affedin beni o kadar “aptalca” kalıyor ki merhametli babasını ve şefkatli anasını fakir diye reddeden hayırsız evlatlar bile Rabbine ihanet edenlerin yanında gözümde masum kalıyorlar. Teşbih olsun ki, üstelik Allah fakir de değil!
Sözü hatırlamıyormuş! Söylediyse de unutmuş! Şimdi bu yüzden hesaba mı çekilecekmiş!… Sana söyleyeyim… Sen unutmadın! Onu sana unutturan kendi şeytanından başkası değildi. Zaten arınman gereken şey de oydu. Yıllarca saçma sapan hurafeler yüzünden gerçeği düşünmekten o kadar uzak kaldın ki, dindar olsan da olmasan da sana söylenen doğruları o tutarsız fısıltılara değiştin. Sen neyi hatırlamadığını söylüyorsun? Dimağındaki manzarada baş taraftaki koltuğa oturmuş şekilde bir Allah ve toplantı masasında olduğunu mu hatırlayacaksın? Yoksa bir bahçede çardakta mı söz verdiğini? Ya da bulutların üzerindeki bir mecliste kütle yoğunluğunu kaybetmiş biçimde rüzgârlarla mı dile geldiğini hatırlamaya çalışıyorsun? Ortada yer yokken, gök yokken… Bir Allah ve sen varsın. Bu dünyadaki basit manzaralarla mı hayalini kuruyorsun verdiğin sözün tasvirini? Tabi ki unutmuş olduğun şey sana hatırlatılacak ve dostluğun imtihan edilecek. Sana bu yüzden irade verildi.
Her insan doğuştan cahil doğar elbette. İyi ve kötü tüm özellikler üzerinde olarak üstelik. Daha babasının adını bilemeyen bir çocuk, Allah’a “Rabbimsin” dediğini nasıl hatırlasın! Elbette dünyevi anlamda unuttuk. Âdem de unuttu. Ben de! Kuran’ı insan gibi okumadan önce kırk iki sene bir ömür yaşadım… Bana (bize, hepimize) “kalu bela”yı anlatıp durdular. Mezarda gelip soracaklarmış, ne zamandan beri müslümansın, diye! “Kalu beladan beri” diyecekmişiz! Allah bu hurafeleri zihnimize sokanları bildiği gibi yapsın! Hem kabir sorgusu diye, hem kabir azabı diye bir şeyler uydurdukları yetmiyormuş gibi Allah’ın ayetlerini de anlamamamız için ellerinden ne geldiyse yapmışlar! Kalu bela’dan beri müslümanmışız! Yani “Dediler ki evet” den beri Müslümanmışız! Dediler ki evet! Ne muhteşem bir tespit! Allah’ın kitabına inananlara bakın! Dediler ki evet’ten beri müslümanmışlar! Kim dedi? Ne dedi? Niye dedi? Bu soruları da soramazsınız. Çünkü Türkçe bile demiyor ki “kalu bela”dan beri diyor. Öööyle bir zaman işte. Prenses kurbağayı öpmeden önce! Aman sakın düşünme!
Biz Allah’a gereken sözü verdik ve (fıtratı “yaratılış”ı bir kenarda tutarsak) kabul ki (dünyevi anlamda) unuttuk. Sonra belli bir ömür sürdük. Bize Allah’ın ayetleri yani Allah’ın delilleri dışında din adına her şey öğretildi. Bir tek Allah’ın ayetleri (delilleri) öğretilmedi. Anlayabiliyor muyuz? Allah’ın delilleri bize öğretilmedi. Çünkü onlar da bilmiyorlardı. Din dedikleri şeyi, şöyle bir kenarda sarıkla, takkeyle, cübbeyle, boncuktan tesbihlerle ve bilmediğimiz arapça dille okunan dualardan ibaret zannediyorlardı. İyi insan olacaksın, sadece bir onama sözüydü. İstediğin kadar iyi ol, iki rekât namazı kaçırırsan ateşte kızdırılmış taşların üzerinde kılacaksın o namazı! Öte tarafta dizlerinin derisi kızgın taşlara yapışıp koparken kılmaya devam edeceksin! İnsanlardaki Allah algısına bakın! Çocukken bize anlatılan Allah algısına bir bakın hele! Çok tanrılıların Zeus’u bile şimşekle şip şak hallediyordu işini! İnsanları namazın değerinden soğutmaları yetmezmiş gibi bunların algısında iki rekât için çılgına dönüp kullarına işkence edecek tam bir sadist Tanrı var! Allah affetsin!
Allah’a iman ettiklerini söyleyenler, Allah’ın uyarılarını arapça, sözde âlimlerin palavralarını türkçe dinlediler. Ne kadar namaz kılarsa o kadar Müslüman, ne kadar para kazanırsa o kadar bey, ne kadar kapanırsa o kadar hanım, ne kadar geğirirse o kadar elhamdülillahçı oldular.
Yeryüzü Allah’ın delillerindendi. Bizi yeryüzünü gezmekten men ettiler. Camiden eve evden camiye dediler. İşten eve evden işe dediler. Gökyüzü Allah’ın delillerindendi. Onu gözetleyecek cihazları, onu anlatan kitapları elimize bile aldırmadılar. Rabbimiz Allah’tır dediğini unutan adamlar altınlarını kaybedince cinci hocalara koştular. Kızları okutmak zinhar haramdır, üniversite okuyan kızlar şöyledir böyledir diyenler kendi karılarına hastanelerde fellik fellik hanım doktor aradılar. Çalışmak ibadettir dediler, çalışmadan para kazanmayı bilen patronlara bizi köle ettiler. Sol eliyle yemeyi haram sayanlar, sağ elleriyle yemek yerken sol elleriyle yemedikleri haram bırakmadılar. Haram olmayana haram demenin haram olduğunu bilmeyenler Allah’ın temiz rızıklarına haram dediler. Helali de ticari meta haline getirdiler.
Bize unuttuğumuzu hatırlatmak için yani Rabbimizin kim olduğunu hatırlatmak için bir zikir yani bir hatırlatıcı indirildi. Ama onu kendi dilimizde okumamız bile günah diye öğretildi. Şimdi onu hatırlatınca yoldan çıkmış olduk öyle mi? Hayır! Sapa yollardan çıkamayan onlardı! Çünkü doğru yola hiç girmemişlerdi bile!
Evet… İşte bu yüzden Kuran var. İşte bu yüzden yıldızlar var. İşte bu yüzden yeryüzü var. İşte bu yüzden kâinat yaratıldı. Bizi denemek için. Verdiğimiz sözün gereği.
İlk yaratışta Allah “Seni yaratayım mı?” diye sormadı ama yeryüzüne göndermeden önce gerekli soruyu sordu? “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Biz de “öylesin” dedik ve kendimize şahit olduk. Esasen halen bu soruya muhatabız. Aslında dünya hayatımızda bu soruya cevap vermekte olduğumuz da söylenebilir. Yaratılışın evre evre olmasının nedeni de işte bu. Sonucunu göze alabiliyorsanız istediğiniz an sözünüzden cayabilirsiniz! Ama asla tavsiye etmem. Sözümün gereği, her şeye rağmen ben hala dünyayı sevme peşinde biriyim. Çünkü onu bize vereni biliyorum.
İşte bir ademoğlu olarak verdiği sözü unutan ben, kırkından sonra o zikri okudum. O kitabı okuyunca verdiğim sözü hatırladım. Bu hatırlatış Kuran’ca bir hatırlatış ve bu hatırlayış tutarlılık çerçevesinde bir hatırlayıştır. Rabbimin Allah olduğunu hatırlayıp öğrendiğim günden beridir de bana kalemle öğreten Allah’ın kalemle savaşan savaşçısıyım. Doğrularım ve hatalarımla, ilk yaratılışta verdiğim sözün kalemzadesiyim, verdiğim sözün cengiziyim. Herkese de kendi izdüşümünü bulmasını öneririm. Çünkü yaratılışın devamında sırada ölüm var ve ardından yeni bir dirilim.
Dördüncü bölümde yaratılışın kaldığımız noktasından devam etmek üzere ve selam ile…

Alıntı: http://kalemzade.net

Monday, April 11, 2016

Can ARKADAŞ’ım


“Necm Suresi 53-2 : Ki Arkadaşınız ne saptı ne de azdı.”
Allah’ın seni almasından bu yana yaklaşık 14 yüzyıl geçti. Senin, ömrün yettiğince öğrettiğin dine inananlar öylesine çoğaldılar ki, dünyamızda nefes alan her 5 kişiden birisi “Elhamdülillah Müslümanım” diyor. Artık müslüman ülkelerde çocuklar “müslüman” doğuyor Can Arkadaşım…Ne kadar güzel değil mi? Anneleri, babaları, yakınları yaşları büyüdükçe dinlerini, inançlarını, Allah’ı, seni anlatıyorlar… Onlar da öğrendikleriyle inandıkları dinin gereğini ve Allah’a ibadetlerini yapmaya çalışıyorlar… Nasıl mı yapıyorlar?..
Diğer müslüman ülkeleri görme fırsatı bulamadığım için yaşadığım ülkeden bahsedeceğim Can Arkadaş’ım… Tahmin ediyorum diğer ülkeler de din konusunda benim ülkemden pek farklı değil.
Büyük bir çoğunluğumuz, büyüklerimizden ne gördüysek ve ne duyduysak onları “din” kabul edip ibadetlerini yerine getiriyorlar… Asıl ve en önemlisi, bütün inananlar seni taklit etmeye çalışıyorlar. İbadetlerinde, sözlerinde, günlük yaşamlarında, giyim, kuşamlarında, hareketlerinde hep seni örnek almaya çalışıyorlar!.. Peygamberimiz şöyle demiş… Peygamberimiz şöyle yapmış… Hani Sen bir ayet tebliğ etmiştin “Allah’ın sözünden (hadisinden) başka söz yoktur!” … Sen öyle zannet Can Arkadaş’ım… İnananlar için bugün dinde en geçerli sözler Sen’in sözlerin…
Seni ne kadar mı tanıyorlar?.. Sen de biliyorsundur… Yüzyıllardır süre gelen bir “Kütüb-i Sitte” var. Bu kavram; altı büyük Muhaddisin altı büyük kitabı manasına gelen bir deyiş. Her biri senin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra doğmuş, ama sanki seninle aynı mahallede yıllarca yaşamış gibi, senin ağzından cümleler kuran insanların kitapları.
Düşünebiliyormusun Can Arkadaş’ım? Senin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra doğan muhaddis denilen bu insanlar (yaklaşık 10 nesil sonra), sanki yıllarca seninle yaşamış gibi günümüz insanlarına seni anlatmışlar bu kitaplarında. Teknolojinin akıl almaz bir boyutta ilerlediği, Foton çağının eşiğinde bulunduğumuz bir dönemde ben, büyük büyük büyük dedemin (benim 5. Kuşağım) adını dahi bilmiyorum. Ama “Kütüb-i Sitte” nin muhaddisleri, o günün olmayan teknolojisinde ve ölümünden yaklaşık on nesil sonra senin ağzından konuşarak, sanki sen söylemişsin gibi laflar edip, insanları bu laflarla yüzyıllardır kandırdılar. Hala kandırmaya devam ediyorlar!.. Aynı evde yaklaşık 35 yıl geçirdiğim rahmetli annemin ağzından çıkan yüz cümleyi yazamam!.. Bire bir yaşamama rağmen! Ama bu muhaddisler senden on kuşak sonra yaşamalarına rağmen, binlerce, onbinlerce cümleyi senin ağzından yazabiliyorlar ve inanan(!) insanlarım bu rivayetler üzerine sanki yeni bir din kuruyorlar!
Can Arkadaş’ım… Senin anlayacağın, senin bizlere tebliğ ettiğin Allah’ın Dini, yüzyıllar öncesinden uydurulmuş ve güya senin ağzından söylenmiş cümlelerle “Uydurulmuş Din” haline getirildi.
Biliyorum.. Sen bizlere Araf Suresi 3. Ayetini tebliğ ettin;
“ Rabbinizden size indirilene uyun; O’nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin! Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz?”
Evet Can Arkadaş’ım… Allah’ın bu ayetini bize sen tebliğ ettin. Ne dedin? “ Rabbinizden size indirilene uyun; O’nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin! Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz?” Ülkemde yaşayan Müslümanlar senin bize ilettiğin bu ayet yokmuş gibi, Allah’ın indirdiğine uymuyorlar! Yüz yıllardır senin ağzından söylenmiş gibi uydurulan rivayetlerle insanlara yanlış bir din öğretiyorlar… Güya söylenenler senin laflarınmış! Hepsini sen söylemişsin! Sen yapmışsın!
Ben biliyorum ki; sen, bizlere tebliğ ettiğin Kur’an-ı Kerim’in dışında hiçbir şey söylemezsin, yapmazsın. Tebliğinde “Allah, peygamberler arasında ayırım yapmaz!” diyen sen, “Allah, kainatı Muhammed için yaratmıştır!..” der misin? Ama bahsettiğim muhaddisler ve bunlar gibi daha yüzlercesi bu cümleyi senin söylediğini söylüyorlar ve inananlarda seni daha bir başka görüyor, sana bir başka inanıyor, hatta tapıyor!
İnsanlarımız sana tapıyor dedim de… Can Arkadaş’ım… Bazı konular var ki, bildiğin gibi değil. Senin bize tebliğ ettiğin ayetlerde; Yüce Allah, kendisine ve sana itaat etmemizi emrediyor. Sen bunu birçok ayet ile bize tebliğ ettin. Ancak, inananlar, senin bizlere tebliğ ettiğin ayetlerden “sana tapmayı” anlıyor! Evet; bizler senin söylediklerini, senin yaptıklarını yapacağız. Ama bu, birilerinin söylediği gibi körü körüne olmamalı değil mi? Sen Maide Suresi 104. ayetinde bize neyi tebliğ ettin? “Onlara, Allah’ın indirdiğine ve resule gelin dendiğinde şöyle derler: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.” Peki, ataları hiçbir şey bilmiyor, doğru yolu bulamıyor idiyseler de mi?” Bize, Allah’ın sözlerini ilettin ve dedin ki; “Atalarınıza UYMAYIN!”… Onlar herşeyi doğru bilmiyor, hatta hiç bilmiyor olabilirler!” dedin… Dinleyen Kim? Varsa yoksa Atalar!
Yine Sen, Fatiha suresi 5. Ayeti ile Allah’ın “ ……… yalnız senden yardım isteriz!” emrini tebliğ ettin. Bizler ne yaptık? Camide namazımızı kılıp, kapısından çıkınca, istediklerimizi, aynı caminin içinde türbesi bulunan ve hepsi senin kulların olup, isimlerinin başına “hazreti” sıfatı eklediğimiz “filanca” lara ilettik. Yardımı onlardan istedik. Diz boyu şirke bulaştık! Bu dinsizliği halen yapmakta olup, hala atalarımızın(!) izindeyiz! Din ile ilgili çoğu bildikleri yanlış olan atalarımızın izindeyiz!.. Kur’an’dan habersiz olarak… İnanmayacaksın Can Arkadaş’ım ama, bizler hala hergün en az kırk kez Fatiha suresini okuyoruz ve Rab’bimize hergün en az kırk defa “ Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım isteriz.” diyerek Rab’bimizi de kandırıyoruz. Sonra da diyoruz ki, “Elhamdülillah Müslümanım!”
Neden atalarımızın sözlerine ve yaptıklarına bu derece düşkün olduk biliyor musun Can Arkadaş’ım? Rab’bim tarafından indirilen ve senin tebliğ ettiğin, Allah’ın Kitabı dediğin Kur’an-ı Kerim’i OKUMUYORUZ!.. İşin doğrusu bu. Okusak da ANLAMIYORUZ!.. Çünki çoğumuz kitabı anlamadığımız dil olan Arapça okuyoruz… Büyük bir çoğunluğumuz da, anlamını dahi bilmediğimiz ayetleri ve duaları ezbere, papağanlar gibi okuyarak ibadetimizi yapmaya çalışıyoruz. İbadetlerimizde Allah’a ne dediğimizi bilmiyoruz. Ben biliyorum ki; Sen de Yüce Allah gibi, bizim, okuduğumuzu anlamamızı, ibadetlerimizde ne dediğimizi bilmemizi istiyorsun. Onlarca ayet ile bizlere bunu tebliğ ettin. Ben ve benim gibi Kur’an’ı rehber edinip elinden düşürmeyen gerçek dindarlar, senin bize tebliğ ettiğin gibi yapıyoruz Can Arkadaş’ım. Aklımızı kullanıyor, düşünüyor, anlıyor ve ne dediğimizi biliyoruz.
Can Arkadaş’ım… Sen, bize tebliğ ettiğin ayetlerde dedin ki; “İbadetlerinizde Allah’ın yanına kimseyi koymayın! O’ndan başkasına ibadet etmeyin” … “Bizler yalnız O’na ibadet ederiz.” dedin. Ama inananlarımız öyle yapmadı Can Arkadaş’ım… Her namazımızda Sen’i de Allah’ın yanına koyup ibadetimize ortak ettik! Allah’a yapacağımız dualamızla yücelteceğimiz Sen’i, namazımıza ekledik. Hepimiz şirke bulaştık!.. Allah affetsin! Ama ben ve benim gibi düşünen Kardeşlerim, “Yalnız Sana ibadet ederiz!” dediğimiz Allah için namazlarımızı kılıyor, selamımızı verip namazımızı bitirdikten sonra ellerimizi dua için kaldırıp, başımız göğe bakarak, ilk duamızda seni anıyor, seni yüceltiyoruz. Allah’a, Sen’i en güzel makamında kabul etmesi için yalvarıyoruz.
İşte böyle Can Arkadaş’ım… Sadece dertleşmek istedim Sen’inle… İslamiyetin bugünki halini bir bilsen? Müslümanların dünyadaki durumunu bir bilsen? Sen, Allah’ın onlarca ayetinde “ Hala öğüt almayacak mısınız?”, “ Hala düşünüp aklınızı kullanmayacak mısınız? ” ve benzeri öğütlerini bize tebliğ etsen de bizler, tebliğ ettiğin ayette senin de “Benim kavmim bu kitabı bıraktı!” dediğin gibi, bu günde Allah’ın Kitab’ını okuyup aklımızı kullanmadığımız için yanlış bir yoldayız… Sapkınların yolundayız… Çoğumuzun okuduğu kitaplar velilerin kitabı! Ama ben ve benim gibi düşünenler, Allah’ın Kitab’ından başkasını tanımıyorlar!
Zaten bu kitaplar ve uydurulan çeşitli anlayışlar yüzünden onlarca parçaya bölündük… Hani Sen bir ayet ile Allah’ın “ Bölünüp, parçalanmayın!.. Fırkalara ayrılmayın!” emrini tebliğ etmiştin ya!..
Ahhh Can Arkadaş’ım ahhh! Onlarca fırkaya, mezhebe, tarikata, cemaatlere bölünmüş durumdayız… Allah’ın üç satırda tarif ettiği abdestimizi bile bölünüp farklı inançları paylaştığımız için farklı farklı almaktayız… Bazı yerlerde kıldığımız namazın şekli bile farklı! Ve bizler buna DİN diyoruz… Allah’ın emrettiği ama, Kitab’ında olmayan şeyleri yaptığımız UYDURULMUŞ DİN!.. Dediğim gibi bu yazdıklarım sadece benim ülkemde!
Sen’in bizlere tebliğ ettiğin Kur’an-ı Kerim’in yolundan gitmeyen, sadece “Müslümanım” diyen insanlar ve onların uydurdukları din ile ilgili yazacak o kadar çok şey var ki!
Çok üzgün olduğunu tabii ki biliyorum Can Arkadaş’ım! İnşallah düzelir, inananlarımız yanlış yoldan dönüp doğru yolu bulurlar diye çabalıyoruz… Allah izin verdiği sürece çalışmalarımız bu yönde olacak…
Bıkmadan… Usanmadan!
Selam ve Dua ile,
Fikret ARMAN

Monday, April 4, 2016

Uzun sözün qısası "Tanrı var"


Dilənçi: Allah rizası üçün, nə verərsən, verərsən.
Mən: Tanrı yoxdur.
Dilənçi: Qaqaş, sənin "Tanrı yoxdur" dəyərləndirmən irrasional fikirdir. Çünki mövcud olan kainatı açıqlamaq üçün baş vura biləcəyimiz ən məntiqli, ən rasional açıqlama Tanrının varlığıdır. Sən də mövcud olan alternativlər içində ən məntiqli olanı inkar etməklə irrasional duruma düşürsən. "Maddə niyə var? Nəyə görə yoxluqdan bir şeylər yarandı? Fizik qanunları niyə kainatı nizamlı şəkilə salacaq və həyatın ola biləcəyi bir kainat yaradacaq şəkildədir" və s. kimi sualların ən məntiqli açıqlaması təbiətüstü, metafizik bir Varlığın bunları etməsidir. Çünki "heçlikdən heçlik çıxar"; heçlik heç bir potensiala sahib deyil, heç bir potensiala sahib olmayan bir "şey"dən (heç bir şeydən) bir şeylər (maddə, kainat) yaratmağı ancaq Tanrı kimi qüdrətli və elmli olan bir varlıq yarada bilər. Gottfrier Leibniz-in də soruşduğu kimi "nədən heç bir şeylər yerinə bir şeylər var?" sualı hələ da cavabını gözləyir. Varlıq niyə var? Biz deyirik ki, zorunlu bir varlıq: Tanrı var və O da hər şeyi var edib, kainat özü zorunlu və əzəli ola bilməz çünki o yaradılıb, həmçinin kainat özü özünün açıqlaması ola bilməz, çünki kainatın özü fizik qanunlarına tabe olan və yoxdan yaradılan bir nəsnədir, onun var olması üçün bir səbəbə ehtiyacı var. Həmçinin son elmi araşdırmalar kainatın yaranması zamanı başlanğıcda çox həssas bir nizamın olduğunu göstərir. Məsələn, Big Bang-in baş verməsi zamanı patlama sürəti bir az çox və ya az olsaydı, kainat yarana bilməzdi, mən sənə hələ entropiyanın miqdarındakı nizamdan və s. kimi 20-ə yaxın həssas nizamlardan danışmıram. Bunlar hamsı elmi faktlardı...Bütün bunları ələ aldıqda bunların bütöv bir açıqlaması üçün Tanrıya baş vurmamız daha məntiqli deyilmi? Yəni bütün bu dəlillər Tanrının varlığını qəbul etmək üçün bizə rasional əsas verir. Uzun sözün qısası "Tanrı var", davay mənim pulumu ver.
Mən: 404 not found error

Müəllif: Rəşad Əli Eyvazov