Tuesday, April 12, 2016

Söz’ün Gereği | Kalu Bela

Sözlerin verildiği ilk evre kapsayıcıydı. Yani sözü verenlerin sınanması ve öylece kabulü söz konusuydu. Şöyle açıklamaya çalışayım… Bugün herhangi bir insanla konuşup söz aldığınızı düşünün. Süreç o andan sonra işlemeye başlar. Sözün kendisi değil, icraata geçecek olan içeriğidir sözü söz yapan. İcraatı ve sınanması söz konusu olmayan söz, kuru bir laftan başka bir şey değildir. Söz hayata geçmeyecekse gerekli de değildir. Arkadaşınızın gerçekten sizin dostunuz olup olmadığının ortaya çıkması için verdiği sözü doğrulayacak olaylar zinciri yaşaması gerekir. Ancak bu olaylardan sonra arkadaşınız da siz de verilen sözün samimi olup olmadığına şahit olmuş olursunuz. Eğer arkadaşınızın sözünde durmadığı ortaya çıkarsa dostluk ilişkinizi sona erdirirsiniz.
Peki arkadaşınızın size ve sizin ona vereceğiniz söz ne olmalıdır? İleride neler yaşayabileceğinden emin olmayan bir insandan her yapacağınız iş için söz mü alırsınız, yoksa kapsayıcı bir söz vermesini mi beklersiniz?
Sözgelimi şöyle sözlerin verileceğini düşünün…
“Sana çok para vereceğini söyleyen birisiyle karşılaşırsan beni terk etmemeye söz ver.”
“Eğer birisi benimle kavgaya tutuşursa ona değil bana yardım edeceğine söz ver.”
“Eğer canın sıkılırsa benimle dertleşeceğine söz ver.”
“Benim hakkımda başkalarıyla dedikodu yapmayacağına söz ver.”
“Bana ihanet etmeyeceğine söz ver.” …
Liste uzar… Hayatta karşılaşacağı her şey için arkadaş adayınızdan söz almaya kalkarsanız hem bu listesi çooook uzun bir anlaşma olur, hem de ona özgür irade vermemiş, sadece kendinize köle etmiş olursunuz. Ama ona “Beni senin arkadaşın olarak kabul ediyor musun?” derseniz, ileride bildiği ya da bilmediği neyle karşılaşacak olursa olsun eğer samimiyse bu arkadaşlık sözünün gereğini zaten o hatırlayıp, bilecektir. Tereddütte kalırsa az bir düşünüp hemen doğruya dönecektir. Kasıtlı olmayan hatalar da yapsa eğer siz güven sahibiyseniz onu affedebileceğinizi ve tek affedilmeyecek olan şeyin “ihanet” olduğunu da bilecektir.
İşte ilk evrede Allah’a verilen söz de teknik olarak böyledir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet Rabbimizsin” demek tüm koşulları kabul etmek demektir. Kabul için koşulların ne olduğunu bilmenize gerek yoktur. Dünyada başımıza neler geleceğinin o andan sonra önemi yoktur. Her şartta Rabbin Allah olduğunu bilen kişi ona göre davranması gerektiğini aslında hiç unutmayacaktır.
Dünyayı gözünde büyütüp de buradaki karmaşayı çok büyük mesele gören biziz. Sonsuz bir hayatta geçici bir durakta başımıza gelenler sebebiyle ahlanan vahlanan bizler sabrın değerini anlamalıyız. Hastalıktan kurtulmak isteyen kişinin bir iğne olması ne ise ebedi hayattaki dünya iskelesi o kadar bile değildir. Konu aslında bu kadar basittir.
Üstelik verdiği (ya da unuttuğu) sözün gereğini yerine getirmek istemeyen kişinin şu geçici olduğu kesin dünyada halen sözünden vazgeçme şansı vardır. Sözden caymanın karşılığı da Allah’ın dostluğunu kaybetmektir. Bunun ne büyük bir kayıp olduğunu anlayamayanlar şu geçici varoluşları sebebiyle aldıklarının ve o imkânlarla yapıp ettiklerinin fazlasını değil, bire bir karşılığını vermeye de hazır olmalılar. Eğer isteyebiliyorlarsa ölümü istesinler. Ama ne kadar hata sahibi ve yanılgıda olduklarını ve kitapta anlatılıp durulanın gerçek olma ihtimali sebebiyle bunu istemeyeceklerdir. Şu geçici dünya ve bir zan uğruna ebediyetini çöpe atacak kadar aptal olamayacaklardır.
Verilen söz “Rabbimsin” sözüdür ve alt basamaktaki her alt söz için kapsayıcıdır. “Dünyaya gelmeyi ben mi istedim?” sorusu “Rabbim Sen’sin” sözünün yanında o kadar basit, o kadar gereksiz ve affedin beni o kadar “aptalca” kalıyor ki merhametli babasını ve şefkatli anasını fakir diye reddeden hayırsız evlatlar bile Rabbine ihanet edenlerin yanında gözümde masum kalıyorlar. Teşbih olsun ki, üstelik Allah fakir de değil!
Sözü hatırlamıyormuş! Söylediyse de unutmuş! Şimdi bu yüzden hesaba mı çekilecekmiş!… Sana söyleyeyim… Sen unutmadın! Onu sana unutturan kendi şeytanından başkası değildi. Zaten arınman gereken şey de oydu. Yıllarca saçma sapan hurafeler yüzünden gerçeği düşünmekten o kadar uzak kaldın ki, dindar olsan da olmasan da sana söylenen doğruları o tutarsız fısıltılara değiştin. Sen neyi hatırlamadığını söylüyorsun? Dimağındaki manzarada baş taraftaki koltuğa oturmuş şekilde bir Allah ve toplantı masasında olduğunu mu hatırlayacaksın? Yoksa bir bahçede çardakta mı söz verdiğini? Ya da bulutların üzerindeki bir mecliste kütle yoğunluğunu kaybetmiş biçimde rüzgârlarla mı dile geldiğini hatırlamaya çalışıyorsun? Ortada yer yokken, gök yokken… Bir Allah ve sen varsın. Bu dünyadaki basit manzaralarla mı hayalini kuruyorsun verdiğin sözün tasvirini? Tabi ki unutmuş olduğun şey sana hatırlatılacak ve dostluğun imtihan edilecek. Sana bu yüzden irade verildi.
Her insan doğuştan cahil doğar elbette. İyi ve kötü tüm özellikler üzerinde olarak üstelik. Daha babasının adını bilemeyen bir çocuk, Allah’a “Rabbimsin” dediğini nasıl hatırlasın! Elbette dünyevi anlamda unuttuk. Âdem de unuttu. Ben de! Kuran’ı insan gibi okumadan önce kırk iki sene bir ömür yaşadım… Bana (bize, hepimize) “kalu bela”yı anlatıp durdular. Mezarda gelip soracaklarmış, ne zamandan beri müslümansın, diye! “Kalu beladan beri” diyecekmişiz! Allah bu hurafeleri zihnimize sokanları bildiği gibi yapsın! Hem kabir sorgusu diye, hem kabir azabı diye bir şeyler uydurdukları yetmiyormuş gibi Allah’ın ayetlerini de anlamamamız için ellerinden ne geldiyse yapmışlar! Kalu bela’dan beri müslümanmışız! Yani “Dediler ki evet” den beri Müslümanmışız! Dediler ki evet! Ne muhteşem bir tespit! Allah’ın kitabına inananlara bakın! Dediler ki evet’ten beri müslümanmışlar! Kim dedi? Ne dedi? Niye dedi? Bu soruları da soramazsınız. Çünkü Türkçe bile demiyor ki “kalu bela”dan beri diyor. Öööyle bir zaman işte. Prenses kurbağayı öpmeden önce! Aman sakın düşünme!
Biz Allah’a gereken sözü verdik ve (fıtratı “yaratılış”ı bir kenarda tutarsak) kabul ki (dünyevi anlamda) unuttuk. Sonra belli bir ömür sürdük. Bize Allah’ın ayetleri yani Allah’ın delilleri dışında din adına her şey öğretildi. Bir tek Allah’ın ayetleri (delilleri) öğretilmedi. Anlayabiliyor muyuz? Allah’ın delilleri bize öğretilmedi. Çünkü onlar da bilmiyorlardı. Din dedikleri şeyi, şöyle bir kenarda sarıkla, takkeyle, cübbeyle, boncuktan tesbihlerle ve bilmediğimiz arapça dille okunan dualardan ibaret zannediyorlardı. İyi insan olacaksın, sadece bir onama sözüydü. İstediğin kadar iyi ol, iki rekât namazı kaçırırsan ateşte kızdırılmış taşların üzerinde kılacaksın o namazı! Öte tarafta dizlerinin derisi kızgın taşlara yapışıp koparken kılmaya devam edeceksin! İnsanlardaki Allah algısına bakın! Çocukken bize anlatılan Allah algısına bir bakın hele! Çok tanrılıların Zeus’u bile şimşekle şip şak hallediyordu işini! İnsanları namazın değerinden soğutmaları yetmezmiş gibi bunların algısında iki rekât için çılgına dönüp kullarına işkence edecek tam bir sadist Tanrı var! Allah affetsin!
Allah’a iman ettiklerini söyleyenler, Allah’ın uyarılarını arapça, sözde âlimlerin palavralarını türkçe dinlediler. Ne kadar namaz kılarsa o kadar Müslüman, ne kadar para kazanırsa o kadar bey, ne kadar kapanırsa o kadar hanım, ne kadar geğirirse o kadar elhamdülillahçı oldular.
Yeryüzü Allah’ın delillerindendi. Bizi yeryüzünü gezmekten men ettiler. Camiden eve evden camiye dediler. İşten eve evden işe dediler. Gökyüzü Allah’ın delillerindendi. Onu gözetleyecek cihazları, onu anlatan kitapları elimize bile aldırmadılar. Rabbimiz Allah’tır dediğini unutan adamlar altınlarını kaybedince cinci hocalara koştular. Kızları okutmak zinhar haramdır, üniversite okuyan kızlar şöyledir böyledir diyenler kendi karılarına hastanelerde fellik fellik hanım doktor aradılar. Çalışmak ibadettir dediler, çalışmadan para kazanmayı bilen patronlara bizi köle ettiler. Sol eliyle yemeyi haram sayanlar, sağ elleriyle yemek yerken sol elleriyle yemedikleri haram bırakmadılar. Haram olmayana haram demenin haram olduğunu bilmeyenler Allah’ın temiz rızıklarına haram dediler. Helali de ticari meta haline getirdiler.
Bize unuttuğumuzu hatırlatmak için yani Rabbimizin kim olduğunu hatırlatmak için bir zikir yani bir hatırlatıcı indirildi. Ama onu kendi dilimizde okumamız bile günah diye öğretildi. Şimdi onu hatırlatınca yoldan çıkmış olduk öyle mi? Hayır! Sapa yollardan çıkamayan onlardı! Çünkü doğru yola hiç girmemişlerdi bile!
Evet… İşte bu yüzden Kuran var. İşte bu yüzden yıldızlar var. İşte bu yüzden yeryüzü var. İşte bu yüzden kâinat yaratıldı. Bizi denemek için. Verdiğimiz sözün gereği.
İlk yaratışta Allah “Seni yaratayım mı?” diye sormadı ama yeryüzüne göndermeden önce gerekli soruyu sordu? “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Biz de “öylesin” dedik ve kendimize şahit olduk. Esasen halen bu soruya muhatabız. Aslında dünya hayatımızda bu soruya cevap vermekte olduğumuz da söylenebilir. Yaratılışın evre evre olmasının nedeni de işte bu. Sonucunu göze alabiliyorsanız istediğiniz an sözünüzden cayabilirsiniz! Ama asla tavsiye etmem. Sözümün gereği, her şeye rağmen ben hala dünyayı sevme peşinde biriyim. Çünkü onu bize vereni biliyorum.
İşte bir ademoğlu olarak verdiği sözü unutan ben, kırkından sonra o zikri okudum. O kitabı okuyunca verdiğim sözü hatırladım. Bu hatırlatış Kuran’ca bir hatırlatış ve bu hatırlayış tutarlılık çerçevesinde bir hatırlayıştır. Rabbimin Allah olduğunu hatırlayıp öğrendiğim günden beridir de bana kalemle öğreten Allah’ın kalemle savaşan savaşçısıyım. Doğrularım ve hatalarımla, ilk yaratılışta verdiğim sözün kalemzadesiyim, verdiğim sözün cengiziyim. Herkese de kendi izdüşümünü bulmasını öneririm. Çünkü yaratılışın devamında sırada ölüm var ve ardından yeni bir dirilim.
Dördüncü bölümde yaratılışın kaldığımız noktasından devam etmek üzere ve selam ile…

Alıntı: http://kalemzade.net

No comments :

Post a Comment