Sözlerin verildiği ilk evre
kapsayıcıydı. Yani sözü verenlerin sınanması ve öylece kabulü söz
konusuydu. Şöyle açıklamaya çalışayım… Bugün herhangi bir insanla
konuşup söz aldığınızı düşünün. Süreç o andan sonra işlemeye başlar.
Sözün kendisi değil, icraata geçecek olan içeriğidir sözü söz yapan.
İcraatı ve sınanması söz konusu olmayan söz, kuru bir laftan başka bir
şey değildir. Söz hayata geçmeyecekse gerekli de değildir. Arkadaşınızın
gerçekten sizin dostunuz olup olmadığının ortaya çıkması için verdiği
sözü doğrulayacak olaylar zinciri yaşaması gerekir. Ancak bu olaylardan
sonra arkadaşınız da siz de verilen sözün samimi olup olmadığına şahit
olmuş olursunuz. Eğer arkadaşınızın sözünde durmadığı ortaya çıkarsa
dostluk ilişkinizi sona erdirirsiniz.
Peki arkadaşınızın size ve sizin ona
vereceğiniz söz ne olmalıdır? İleride neler yaşayabileceğinden emin
olmayan bir insandan her yapacağınız iş için söz mü alırsınız, yoksa
kapsayıcı bir söz vermesini mi beklersiniz?
Sözgelimi şöyle sözlerin verileceğini düşünün…
“Sana çok para vereceğini söyleyen birisiyle karşılaşırsan beni terk etmemeye söz ver.”
“Eğer birisi benimle kavgaya tutuşursa ona değil bana yardım edeceğine söz ver.”
“Eğer canın sıkılırsa benimle dertleşeceğine söz ver.”
“Benim hakkımda başkalarıyla dedikodu yapmayacağına söz ver.”
“Bana ihanet etmeyeceğine söz ver.” …
Liste uzar… Hayatta karşılaşacağı her
şey için arkadaş adayınızdan söz almaya kalkarsanız hem bu listesi
çooook uzun bir anlaşma olur, hem de ona özgür irade vermemiş, sadece
kendinize köle etmiş olursunuz. Ama ona “Beni senin arkadaşın olarak
kabul ediyor musun?” derseniz, ileride bildiği ya da bilmediği neyle
karşılaşacak olursa olsun eğer samimiyse bu arkadaşlık sözünün gereğini
zaten o hatırlayıp, bilecektir. Tereddütte kalırsa az bir düşünüp hemen
doğruya dönecektir. Kasıtlı olmayan hatalar da yapsa eğer siz güven
sahibiyseniz onu affedebileceğinizi ve tek affedilmeyecek olan şeyin
“ihanet” olduğunu da bilecektir.
İşte ilk evrede Allah’a verilen söz de
teknik olarak böyledir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet
Rabbimizsin” demek tüm koşulları kabul etmek demektir. Kabul için
koşulların ne olduğunu bilmenize gerek yoktur. Dünyada başımıza neler
geleceğinin o andan sonra önemi yoktur. Her şartta Rabbin Allah olduğunu
bilen kişi ona göre davranması gerektiğini aslında hiç unutmayacaktır.
Dünyayı gözünde büyütüp de buradaki
karmaşayı çok büyük mesele gören biziz. Sonsuz bir hayatta geçici bir
durakta başımıza gelenler sebebiyle ahlanan vahlanan bizler sabrın
değerini anlamalıyız. Hastalıktan kurtulmak isteyen kişinin bir iğne
olması ne ise ebedi hayattaki dünya iskelesi o kadar bile değildir. Konu
aslında bu kadar basittir.
Üstelik verdiği (ya da unuttuğu) sözün
gereğini yerine getirmek istemeyen kişinin şu geçici olduğu kesin
dünyada halen sözünden vazgeçme şansı vardır. Sözden caymanın karşılığı
da Allah’ın dostluğunu kaybetmektir. Bunun ne büyük bir kayıp olduğunu
anlayamayanlar şu geçici varoluşları sebebiyle aldıklarının ve o
imkânlarla yapıp ettiklerinin fazlasını değil, bire bir karşılığını
vermeye de hazır olmalılar. Eğer isteyebiliyorlarsa ölümü istesinler.
Ama ne kadar hata sahibi ve yanılgıda olduklarını ve kitapta anlatılıp
durulanın gerçek olma ihtimali sebebiyle bunu istemeyeceklerdir. Şu
geçici dünya ve bir zan uğruna ebediyetini çöpe atacak kadar aptal
olamayacaklardır.
Verilen söz “Rabbimsin” sözüdür ve alt
basamaktaki her alt söz için kapsayıcıdır. “Dünyaya gelmeyi ben mi
istedim?” sorusu “Rabbim Sen’sin” sözünün yanında o kadar basit, o kadar
gereksiz ve affedin beni o kadar “aptalca” kalıyor ki merhametli
babasını ve şefkatli anasını fakir diye reddeden hayırsız evlatlar bile
Rabbine ihanet edenlerin yanında gözümde masum kalıyorlar. Teşbih olsun
ki, üstelik Allah fakir de değil!
Sözü hatırlamıyormuş! Söylediyse de
unutmuş! Şimdi bu yüzden hesaba mı çekilecekmiş!… Sana söyleyeyim… Sen
unutmadın! Onu sana unutturan kendi şeytanından başkası değildi. Zaten
arınman gereken şey de oydu. Yıllarca saçma sapan hurafeler yüzünden
gerçeği düşünmekten o kadar uzak kaldın ki, dindar olsan da olmasan da
sana söylenen doğruları o tutarsız fısıltılara değiştin. Sen neyi
hatırlamadığını söylüyorsun? Dimağındaki manzarada baş taraftaki koltuğa
oturmuş şekilde bir Allah ve toplantı masasında olduğunu mu
hatırlayacaksın? Yoksa bir bahçede çardakta mı söz verdiğini? Ya da
bulutların üzerindeki bir mecliste kütle yoğunluğunu kaybetmiş biçimde
rüzgârlarla mı dile geldiğini hatırlamaya çalışıyorsun? Ortada yer
yokken, gök yokken… Bir Allah ve sen varsın. Bu dünyadaki basit
manzaralarla mı hayalini kuruyorsun verdiğin sözün tasvirini? Tabi ki
unutmuş olduğun şey sana hatırlatılacak ve dostluğun imtihan edilecek.
Sana bu yüzden irade verildi.
Her insan doğuştan cahil doğar elbette.
İyi ve kötü tüm özellikler üzerinde olarak üstelik. Daha babasının adını
bilemeyen bir çocuk, Allah’a “Rabbimsin” dediğini nasıl hatırlasın!
Elbette dünyevi anlamda unuttuk. Âdem de unuttu. Ben de! Kuran’ı insan
gibi okumadan önce kırk iki sene bir ömür yaşadım… Bana (bize, hepimize)
“kalu bela”yı anlatıp durdular. Mezarda gelip soracaklarmış, ne
zamandan beri müslümansın, diye! “Kalu beladan beri” diyecekmişiz! Allah
bu hurafeleri zihnimize sokanları bildiği gibi yapsın! Hem kabir
sorgusu diye, hem kabir azabı diye bir şeyler uydurdukları yetmiyormuş
gibi Allah’ın ayetlerini de anlamamamız için ellerinden ne geldiyse
yapmışlar! Kalu bela’dan beri müslümanmışız! Yani “Dediler ki evet” den
beri Müslümanmışız! Dediler ki evet! Ne muhteşem bir tespit! Allah’ın
kitabına inananlara bakın! Dediler ki evet’ten beri müslümanmışlar! Kim
dedi? Ne dedi? Niye dedi? Bu soruları da soramazsınız. Çünkü Türkçe bile
demiyor ki “kalu bela”dan beri diyor. Öööyle bir zaman işte. Prenses
kurbağayı öpmeden önce! Aman sakın düşünme!
Biz Allah’a gereken sözü verdik ve
(fıtratı “yaratılış”ı bir kenarda tutarsak) kabul ki (dünyevi anlamda)
unuttuk. Sonra belli bir ömür sürdük. Bize Allah’ın ayetleri yani
Allah’ın delilleri dışında din adına her şey öğretildi. Bir tek Allah’ın
ayetleri (delilleri) öğretilmedi. Anlayabiliyor muyuz? Allah’ın
delilleri bize öğretilmedi. Çünkü onlar da bilmiyorlardı. Din dedikleri
şeyi, şöyle bir kenarda sarıkla, takkeyle, cübbeyle, boncuktan
tesbihlerle ve bilmediğimiz arapça dille okunan dualardan ibaret
zannediyorlardı. İyi insan olacaksın, sadece bir onama sözüydü.
İstediğin kadar iyi ol, iki rekât namazı kaçırırsan ateşte kızdırılmış
taşların üzerinde kılacaksın o namazı! Öte tarafta dizlerinin derisi
kızgın taşlara yapışıp koparken kılmaya devam edeceksin! İnsanlardaki
Allah algısına bakın! Çocukken bize anlatılan Allah algısına bir bakın
hele! Çok tanrılıların Zeus’u bile şimşekle şip şak hallediyordu işini!
İnsanları namazın değerinden soğutmaları yetmezmiş gibi bunların
algısında iki rekât için çılgına dönüp kullarına işkence edecek tam bir
sadist Tanrı var! Allah affetsin!
Allah’a iman ettiklerini söyleyenler,
Allah’ın uyarılarını arapça, sözde âlimlerin palavralarını türkçe
dinlediler. Ne kadar namaz kılarsa o kadar Müslüman, ne kadar para
kazanırsa o kadar bey, ne kadar kapanırsa o kadar hanım, ne kadar
geğirirse o kadar elhamdülillahçı oldular.
Yeryüzü Allah’ın delillerindendi. Bizi
yeryüzünü gezmekten men ettiler. Camiden eve evden camiye dediler. İşten
eve evden işe dediler. Gökyüzü Allah’ın delillerindendi. Onu
gözetleyecek cihazları, onu anlatan kitapları elimize bile aldırmadılar.
Rabbimiz Allah’tır dediğini unutan adamlar altınlarını kaybedince cinci
hocalara koştular. Kızları okutmak zinhar haramdır, üniversite okuyan
kızlar şöyledir böyledir diyenler kendi karılarına hastanelerde fellik
fellik hanım doktor aradılar. Çalışmak ibadettir dediler, çalışmadan
para kazanmayı bilen patronlara bizi köle ettiler. Sol eliyle yemeyi
haram sayanlar, sağ elleriyle yemek yerken sol elleriyle yemedikleri
haram bırakmadılar. Haram olmayana haram demenin haram olduğunu
bilmeyenler Allah’ın temiz rızıklarına haram dediler. Helali de ticari
meta haline getirdiler.
Bize unuttuğumuzu hatırlatmak için yani
Rabbimizin kim olduğunu hatırlatmak için bir zikir yani bir hatırlatıcı
indirildi. Ama onu kendi dilimizde okumamız bile günah diye öğretildi.
Şimdi onu hatırlatınca yoldan çıkmış olduk öyle mi? Hayır! Sapa
yollardan çıkamayan onlardı! Çünkü doğru yola hiç girmemişlerdi bile!
Evet… İşte bu yüzden Kuran var. İşte bu
yüzden yıldızlar var. İşte bu yüzden yeryüzü var. İşte bu yüzden kâinat
yaratıldı. Bizi denemek için. Verdiğimiz sözün gereği.
İlk yaratışta Allah “Seni yaratayım mı?”
diye sormadı ama yeryüzüne göndermeden önce gerekli soruyu sordu? “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Biz de “öylesin” dedik ve kendimize
şahit olduk. Esasen halen bu soruya muhatabız. Aslında dünya hayatımızda
bu soruya cevap vermekte olduğumuz da söylenebilir. Yaratılışın evre
evre olmasının nedeni de işte bu. Sonucunu göze alabiliyorsanız
istediğiniz an sözünüzden cayabilirsiniz! Ama asla tavsiye etmem.
Sözümün gereği, her şeye rağmen ben hala dünyayı sevme peşinde biriyim.
Çünkü onu bize vereni biliyorum.
İşte bir ademoğlu olarak verdiği sözü
unutan ben, kırkından sonra o zikri okudum. O kitabı okuyunca verdiğim
sözü hatırladım. Bu hatırlatış Kuran’ca bir hatırlatış ve bu hatırlayış
tutarlılık çerçevesinde bir hatırlayıştır. Rabbimin Allah olduğunu
hatırlayıp öğrendiğim günden beridir de bana kalemle öğreten Allah’ın
kalemle savaşan savaşçısıyım. Doğrularım ve hatalarımla, ilk yaratılışta
verdiğim sözün kalemzadesiyim, verdiğim sözün cengiziyim. Herkese de
kendi izdüşümünü bulmasını öneririm. Çünkü yaratılışın devamında sırada
ölüm var ve ardından yeni bir dirilim.
Dördüncü bölümde yaratılışın kaldığımız noktasından devam etmek üzere ve selam ile…
Alıntı: http://kalemzade.net
No comments :
Post a Comment